Pazar, Ekim 31, 2010

çalışmak sevmekten daha zor geliyor





Aslında kafamda bambaşka bir proje vardı. iş anılarımı anlatacağım,takma isim bambaşka bir kimlik kullanıp millete de rumuzlar verip onlar hakkında dedikodu yapacağım bir blog hayal etmiştim bir ay kadar evvel, yani işe girdiğim, tüm gerzek acemilikleri yaptığım gün (mesela çayın bedava olduğunu öğrenmemin akabinde bokunu çıkardığım an bunu not almak istemiştim. gelecek nesiller böyle çiğlik yapmasın diye)

ama işte kısmet olmadı. ancak bir ay sonra blog postu yapabildim. o da birazdan anlatacağım talihsiz olaya denk geldiği için çok mutsuzum.

şu bir ay zarfında bazı şeyler öğrendim tabii ki. öncelikle iş yaşamı deyince, eski beğenilerini, sevmediklerini, alışkanlıklarını bir kenara bırakıp yeni hadiseler edinmek esas.. mesela eskiden horoz dövüşlerini, yasadışı araba yarışlarını seven ben, artık sabah kalfaltılarında ballı cornflakes seven biri oldum..

ama esas değişim asla yapmam dediğiniz işleri yaparken kendinizi bulmanız. üniversite yaşamında kendimi şeker olarak görüp bir damla yağmurda bile okula gitmezken şimdi yollara düşüyorum. 28 ekim günü ilk deneyimimi yaşadım..

işe gideceğim diye yağmurda sokağa çıktım. öğrenim yaşamında türev, micro iktisat gibi şeyler öğrensem de yağmurda suya direnme, üzerine gelen taksiden kaçma, şemsiyesine hakim olamayan dombili teyzeyi savuşturma gibi şeyleri öğrenmediğim için (dediğim gibi pek okula gitme gereği görmüyordum böyle havalarda) çok sıkıntı oldu. sokağa çıkmamın 10 dakikasında sokak beni püskürttü.. 180 boyunda bir adam olsam 1 metre genisliğim olsa 2 metre kare desek komple bana, yaklaşık 20 litre su düştü başıma.. yürüyen damacana gibi bir şey olarak kendimi eve attım..



ama ahvadımdan aldığım "yılmama, enginlere sığıp taşma" özelliğimden ötürü atladım kendi kişisel binek arabama, tuttum şirketin yolunu.. "ölmek var dönmek yok" gibi "ey gaziler yol göründü" gibi mehteri marşlarla da aldım gazı.. o yağmur altında 1 kilometrelik yolu 1 saatte geçince o cengaverliğim "yalın"'a "soner sarıkabadayı"ya dönüverdi..

bir buçuk saatte şirkete gelmiştim ki, park yeri bulamadım.. tipik bir büyük şehir insanı olarak "şu ara sokağa parkedivereyim" dusturunu güddüm. o dar sokağın national georaphic'de "şehirlerdeki amazon nehirleri" kıvamına dönüşmüş olduğunu bilmiyordum tabii ki.. dizime kadar bir suyun içinde "aman egzoza su girmesin" diye hızlı hizli giderken yandan esnafin uyarilari ile realite suratıma vurdu "plaka düşüyor bilader"

bir insanın hayatında karşılaşacağı en enteresan uyarılardan birisi bu dostlarım. "plaka düşüyor" ve akabinde "plaka düştü!" yani sonuçta yine aynı şeyi söylüyorum farkındayım ama insan üniversite yaşantısında hiç "plaka düşmesi" ile karşılaşmıyor.. "biz hayat mektebinde büyüttük kendimizi" diyen insanların plaka düşmesine karşı daha seri kararlar alabileceklerini düşünüyorum..



kenara çekip ayakkabıları, çorapları çıkartıp, paçaları sıvayıp ya bismillah diye daldım sel sularının arasına.. artık alibeyköylü esnaf, emirdağlı çiftçi ile ortak noktam vardı. yarın bir gün bir metro turizm yolculuğunda bu ortak paydadan hareketle arkadaşlık edinebilirdim.. suların içinde yürüyüp, kayıp plakanın arabalarca ileriye atılmasını görürken, bir yandan da izlediğim nat. geo belgesellerinin zihnimi tırmaladığını hissettim o sarı bulanık suyun içinde

"bu tehlikeli sularda sülükler ile piranaların sonsuz bir mucadelesi vardır.."

neyse ki ayağıma hiç bir şehir hayatına yabancı canlı yapışmazken 5 dakikada plakayı bulup arabama gelip, coraplarımı ve ayakkabımı giyip işe gittim..

tüm bu yaşadığım deneyimden sonraki en katlanılabilir muhabbet "maaşlar yatmış" denmesiydi..

Pazar, Ekim 03, 2010

haftanın şarkısı #58 Melody Gardot - Your heart is as black as night



ali eren beşerler'in çok sevdiğim bir lafı var.. "eğer bir kadın bir erkeği terketmeseydi blues doğmazdı diye" kalp kalp kalp, like like diyebilirim ancak..

eğer bir kadın erkeği terketmeseydi blues yapılacak kadar büyük bir aci hissetmezdi sanirim insanoğlu. hemen gitara sarıldı adam, mizikaya sarildi hop basladi soylemeye "my baby left me","dont leave me baby"..

her ne kadar işin bir kadın yönü de olsa da, yani kadınlar da gün gelip terkedilse de erkekler gibi olmuyor iş. kadınlar birden kestirip atıyor her şeyi. atamasalar bile asla erkekler kadar belli etmiyorlar acılarını. oysa erkek dediğin acısından her şeyi yapmak istiyor, icabinda meteorolojiyi gözlüyor, gündüzü yağışsız, gecesi yağışlı bir gün bulup, sarı kazağını giyip, gidiyor kızın evinin önüne "seni seviyorum" yazıyor.. yağmurda ıslanırken kız onun çektiği acıyı görsün diye sırf.. erkek aşkını pi sayısı gibi yaşıyor özetle, 3 deyip kestirip atamıyor.. daha iki gün önce "seni seviyorum, aşığım, hayatımda 5 sene sonra da senin olduğunu düşlüyorum" dediğin insana 2 gün sonra telefonu kapatamiyor, mesajlarina cevap vermemezlik edemiyor.. ne olmuşsa olsun, ne yaşandıysa yaşansın olmuyor..



baksan bu şarkıyı da bir erkek yazmıştır da nasıl olduysa melody söylemiştir.. çünkü kız dediğin acısını değişen saç renklerinde, buzdolabindan aldığı brownie intenselerde, hatta barda tanıştığı yakışıklı erkekte giderir.. öyle mikrofonu elime alayım, saksafona üfleyim, derdimi deryalara boşaltayım demez.. ben diyeni görmedim..